SEVME CESARETİ

Korku, sevgi eksikliğinden başka bir şey değildir. Bir şeyi sevgiyle yap, korkuyu unut. Eğer iyi seversen, korku kaybolur.




Eğer derinden seversen, korku oluşmaz. Korku, bir olumsuzlamadır; bir yokluktur. Bunu çok çok derinden anlamak gerekir. Eğer bunu kavrayamazsan, korkunun doğasını asla anlayamazsın. Korku, karanlık gibidir. Karanlık yoktur, sadece varmış gibi görünür. Aslında sadece ışığın yokluğudur. Işık vardır. Işığı çıkart; karanlık oradadır.



Karanlık diye bir şey yoktur, karanlığı ortadan kaldıramazsın. Ne istersen yap ama, karanlığı yok edemezsin. Onu getiremezsin, onu atamazsın. Eğer karanlıkla bir şey yapmak istiyorsan, ışıkla bir şey yapmak zorunda kalacaksın; çünkü, ancak varolan bir şey ile ilişki kurulabilir. Işığı kapatırsın, karanlık olur; ışığı yakarsın, karanlık kaybolur. Ama sen ışıkla bir şeyler yapıyorsun; karanlıkla hiçbir şey yapamazsın.



Korku, karanlıktır; sevgi yokluğudur. Korkuya ilişkin olarak hiçbir şey yapamazsın. Ve ne kadar yapmaya çalışırsan, o kadar çok korkacaksın; çünkü giderek bunun mümkün olmadığını daha fazla hissedeceksin. Sorun giderek daha karmaşık hale gelecek. Eğer karanlıkla savaşırsan, yenilgiye uğrayacaksın. Bir kılıç alıp karanlığı öldürmeye çalışabilirsin; sadece yorgunluktan tükeneceksin. Ve sonunda zihin, "Karanlık o kadar güçlü ki, onu yenmem mümkün değil." diye düşünmeye başlayacak.



Mantığın hatalı olduğu yer burasıdır. Bu tamamen mantıklıdır; eğer karanlıkla savaşıyorsan, ve onu yok edemediysen, onu yenemediysen, "Karanlık çok güçlü; onun karşısında çaresizim." yargısına varmak, tamamen mantıklıdır. Ancak, gerçek bunun tam tersidir: Çaresiz olan sen değilsin, karanlığın kendisi. Aslında karanlık orada değil; o yüzden onu yenemedin. Olmayan bir şeyi nasıl yenebilirsin?



Korkuyla savaşma. Aksi taktirde, çok daha fazla korkmaya başlarsın ve yeni bir korku varlığına girer: Çok tehlikeli bir şey olan korku korkusu. İlk olarak, korku bir yokluktur. Bu durumda korkudan korkmak, yokluğun yokluğundan korkmak demektir; o zaman delirmeye başlarsın.



Korku, sevginin yokluğundan başka bir şey değildir. Sevgiyle bir şey yap, korkuyu unut gitsin. Eğer iyi seversen, korku kaybolur. Eğer derinden seversen, korku bulunmaz.



Birine, tek bir an için bile olsa gerçekten aşık olduğun zaman, ortada korku var mıydı? İki insanın birbirini, tek bir an için bile olsa, derinden sevdiği bir ilişkide; bir araya geldiklerinde, birbirleriyle tam uyum içinde oldukları o anda, hiçbir zaman korku ortaya çıkmamıştır. Sanki ışık yakılmıştır ve karanlık ortada yoktur. Gizli anahtar budur: Daha fazla sev.



Eğer varlığında korku hissediyorsan, daha fazla sev. Sevgide cesur ol, cesaretini topla. Sevgide maceracı ol; daha fazla sev ve koşulsuzca sev, çünkü ne kadar çok seversen, korku o kadar azalır.



Ve sevgi dediğim zaman, sevginin dört katmanının hepsini kastediyorum. Seksten, samadhi'ye kadar.



Derinden sev.



Eğer cinsel bir ilişkide derinden seversen, bedenden çok büyük bir korku kaybolacaktır. Eğer bedenin korkuyla titriyorsa, bu seks korkusudur; derin bir cinsel ilişki yaşamamışsındır. Bedenin titrer, bedenin rahat ve yuvasında değildir.



Derinden sev; bir cinsel orgazm, bedendeki bütün korkuları dağıtacaktır. Tüm korkuyu dağıtır dediğim zaman, bir yiğit olacağını söylemiyorum; çünkü yiğitler, aslında sadece amuda kalkmış korkaklardır. Korku kaybolacak dediğim zaman, korkaklık ve yiğitlik olmayacak demek istiyorum. Bunlar, korkunun iki yüzüdür.



Yiğit dediğin insanlara bir bak. Aslında onların içlerinden korktuklarını göreceksin; onlar sadece bir zırha bürünmüşlerdir. Yiğitlik, korkusuzluk değildir; iyi korunmuş, iyi saklanmış, zırhın arkasına gizlenmiş korkudur.



Korku kaybolunca korkusuz olursun. Korkusuz insan, ne kimsede bir korku yaratır, ne de bir başkasının kendinde korku yaratmasına izin verir.



Derin cinsel orgazm bedene, yuvada olma hissi verir. Bedende çok çok derin bir sağlık gerçekleşir çünkü beden bütün olduğunu hisseder.



Sonra, ikinci adım sevgidir. İnsanları sev, koşulsuz sev. Eğer zihninde bazı koşullar varsa asla sevemezsin, o koşullar engeller halini alır. Sevgi senin için o kadar yararlı ki, neden koşullarla uğraşasın? O kadar faydalı, o kadar derin bir sağlıklı olma hali ki; koşulsuz sev, karşılığında hiçbir şey isteme. Şayet insanları severek korkusuzluğunun büyüyeceğini kavrayabilirsen, sırf bunun keyfi için seveceksin.



Normalde insanlar sadece koşulları yerine getirildiği zaman sever. "Şu şekilde olmalısın, ancak o zaman seni severim." derler. Bir anne çocuğuna, "Eğer yaramazlık yapmazsan seni seveceğim." der. Bir eş kocasına, "Ancak böyle davranırsan seni sevebilirim." der. Herkes koşullar yaratır; sevgi kaybolur.



Sevgi, sınırsız bir gökyüzüdür! Onu koşullu, kısıtlı, dar alanların içine sıkıştıramazsın. Eğer evini havalandırdıktan sonra, her tarafını kapatırsan; bütün kapıları, pencereleri kapatırsan, o taze hava bir süre sonra bayatlar. Ne zaman sevgi oluşursa, o özgürlüğün bir parçasıdır. Ama o taze havayı evine getirdikten sonra, her şey bayatlayıp kirleniyor.



Tüm insanlığın en derin sorunlarından biri budur. Bu hep bir sorun olmuştur. Aşık olduğun zaman, her şey güzel görünüyor; çünkü o anlarda, hiçbir koşul öne sürmüyorsun. İki insan koşulsuz, birlikte hareket ediyor. Ancak ilişki yerleştikten sonra, birbirlerini kanıksamaya başladıktan sonra, koşullar dayatılmaya başlanıyor. "Böyle olmalısın, şöyle davranmalısın; ancak o zaman severim." Sevgi bir pazarlık konusuymuş gibi...



Tüm kalbinle sevmediğinde pazarlık yapıyorsun. Diğer kişiyi senin için bir şey yapmaya zorlamak istiyorsun, ancak o zaman onu seveceksin; aksi halde, sevgine ihanet edeceksin. Yani, sevgini bir ceza ya da zorlama olarak kullanıyorsun; ama sevmiyorsun. Ya sevgini geri çekiyorsun, ya veriyorsun. Ama iki durumda da, amaç sevgi olmuyor, başka bir şey oluyor.



Eğer bir kocaysan, eşine hediye götürüyorsun. Mutlu oluyor, sana sarılıp öpüyor ama eve bir şey getirmediğin zaman mesafe koyuyor; sana sarılmıyor, yanına gelmiyor. Bu tip şeyler yaptığın zaman, sevginin sadece başkalarına değil, sana faydası olduğunu unutuyorsun. Sevgi herşeyden önce sevenlere yardımcı olur. Ancak ondan sonra sevilenlere yardım eder.



İnsanlar bana gelip, hep "O beni sevmiyor" diyor. Kimse bana gelip, "Ben onu sevmiyorum" demiyor. Sevgi bir talebe dönüşmüş. "Eşim beni sevmiyor." Diğer kişiyi unut; sevgi o kadar güzel bir olgu ki, eğer sen seviyorsan, mutluluk verir.



Ve ne kadar çok seversen, o kadar sevilebilir olursun. Ne kadar az seversen ve başkalarının seni sevmesini talep edersen, o kadar az sevilebilir olursun, giderek o kadar fazla kapanır, egonun içinde sıkışıp kalırsın. Alıngan olursun; biri sana, sevmek için yaklaşsa bile korkarsın. Çünkü her sevgide, reddedilme ve geri çekilme olasılığı vardır.



Kimse seni sevmiyor. Bu, senin içinde iyice yer etmiş bir düşünceye dönüşmüş durumda. Bu insan nasıl oluyor da fikrini değiştirmeye çalışıyor? Seni sevmeye çalışıyor? Mutlaka gerçek olmayan bir şeyler olmalı. Seni kandırmaya mı çalışıyor? Kurnaz bir dalavereci olmalı. Kendini korumalısın. Sen kimsenin seni sevmesine izin vermiyorsun; ve sen de başkalarını sevmiyorsun. O zaman korku ortaya çıkar, o zaman bu dünyada, yalnız kalırsın; bağların kopar.



O zaman korku nedir? Korku, varoluş ile temasın olmadığı duygusudur. Korkunun tanımı bu olsun: Varoluş ile teması kaybetme durumu korkudur. Sen yalnız kalmış, evde ağlayan bir çocuksun. Anne, baba, bütün aile tiyatroya gitmiş. Çocuk ise beşiğinde ağlayıp duruyor. Hiç kimseyle temas kuramıyor, koruyacak kimsesi yok, onu kucaklayacak kimse yok, sevecek kimse yok, her tarafta engin bir yalnızlık var. Korku hali işte budur.



Bu böyle yaşanıyor, çünkü sevginin yaşanmasına izin vermeyecek şekilde yetiştirildin. Tüm insanlık başka şeyler için eğitilmiştir; sevgi için değil. Öldürmek için eğitilmişizdir. Ordular var; yıllarca öldürme eğitimi veriyor. Hesapçı olma eğitimi alıyoruz. Kolejler, üniversiteler, yıllarca eğiterek, sana hesap öğretiyor; kimse seni aldatamasın ve sen herkesi aldat diye. Ama hiçbir yerde sevgiye izin veren bir fırsat ortaya çıkmıyor: özgürce sevmek!



Hatta bu kadar da değil; toplum her sevgi çabasını baltalıyor. Ebeveynler çocuklarının aşık olmasından hoşlanmaz; hiçbir baba ve hiçbir anne hoşlanmaz. Niyetleri ne olursa olsun, hiçbir baba ya da anne çocuklarının aşık olmasından hoşlanmaz; onlar, görücü usulü evlilikleri sever.



Neden? Çünkü genç bir adam, bir kadına ya da bir kıza aşık olduğu zaman, kendi ailesinden uzaklaşmaktadır. Yeni bir aile yaratıyor: kendi ailesini. O, eski ailesine tabii ki başkaldırıyor. "Artık ben gidiyorum, kendi yuvamı yaratacağım." diyor. Kendi eşini seçiyor. Babanın ya da annenin, bu konuda yapabileceği hiçbir şey yok; tamamen dışlanıyorlar.



Hayır, onlar düzenlemek isterler. "Sen bir yuva yarat, ama bizim herşeyi ayarlamamıza izin ver ki, bizim de söz hakkımız olsun. Ve sakın aşık olma; çünkü aşık olduğun zaman, bütün dünyan ondan oluşuyor" derler. Eğer o görücü usulü bir evlilikse, sadece toplumsal bir olay olur. Sen aşık değilsin, eşin bütün dünyan değil, kocan bütün dünyan değil. O yüzden anlaşmalı evlilik devam ettiği sürece aile devam eder. Ve nerede bir aşk evliliği olursa aile ortadan kayboluyordur.



Batı'da aile yok oluyor. Şimdi görücü usulü evliliğin bütün mantığını görebilirsin: Aile varolmak istiyor. Sen yok edilirsen, aşık olma olasılığın yok edilirse, bunun bir önemi yok: aile için kurban edilmek zorundasın. Eğer bir evlilik ayarlanmışsa, o zaman aileler birleşebilir. Eğer evlilik ayarlanmışsa, bu ailede yüz kişi bile yaşayabilir. Ama eğer bir oğlan ya da bir kız birine aşık olursa, o zaman kendilerinden oluşma bir dünya oluyorlar. Yalnız hareket etmek istiyorlar, mahremiyet istiyorlar. Etraflarında yüz kişi olsun istemiyorlar, amcalar, amcaların amcaları, kuzenler, kuzenlerin kuzenleri; onlar etraflarında böyle bir piyasa oluşsun istemiyor. Kendi özel dünyalarına sahip olmak istiyorlar; bu da rahatsız edici oluyor.



Aile, sevgiye karşıdır. Ailenin sevgi kaynağı olduğunu duymuş olmalısın ama ben sana diyorum ki, aile sevgiye karşıdır. Aile, sevgiyi öldürerek varolmuştur; sevginin gerçekleşmesine izin vermemiştir.



Toplum, aşka izin vermez; çünkü eğer bir insan, derin bir aşk içindeyse, o etki altında bırakılamaz. Onu savaşa yollayamazsın. "Ben olduğum yerde mutluyum. Beni nereye yolluyorsunuz? Neden gidip evlerinde mutlu olan yabancıları öldüreyim? Hiçbir anlaşmazlığımız, çıkar çatışmamız yok..." diyecektir.



Eğer genç nesil sevgi yolunda giderek daha da çok derinleşirse savaşlar ortadan kaybolacak; çünkü savaşa gidecek yeterli sayıda akılsız insan bulamayacaksın. Eğer seversen, hayattan bir şeyin tadına bakmış olursun, o zaman ölümü ve insanları öldürmeyi sevmezsin. Ama eğer sevmediysen, hayata ait bir şeyin tadını almadıysan, ölümü seversin.



Korku öldürür; öldürmek ister. Korku yıkıcıdır. Sevgi yaratıcı enerjidir; sevdiğin zaman yaratmak istersin, şarkı söylemek, resim yapmak ya da şiir yazmak istersin. Ama süngü takıp ya da atom bombası alıp, hiç tanımadığın insanları, hiçbir şey yapmamış, senin tanımadığın ve seni tanımayan insanları öldürmek için gitmezsin.



Dünyaya tekrar sevgi getirdiğin zaman, bütün savaşlar geride kalacaktır. Politikacılar sevmeni istemiyor, toplum sevmeni istemiyor, aile sevmene izin vermiyor. Tek yapmak istedikleri, sevgi enerjini kontrol etmek; çünkü varolan tek enerji o. O yüzden korkuyorlar.



Eğer beni iyi anlıyorsan, bütün korkuları bırak ve daha fazla sev; ve koşulsuz olarak sev. Sevdiğin zaman, diğeri için bir şey yaptığını düşünme; kendin için bir şey yapıyorsun. Sevmek senin için iyidir, o yüzden bekleme, başkaları sevdiği zaman seveceğini söyleme; çünkü amaç bu değil.



Bencil ol. Sevgi bencildir. İnsanları sev; bu sana tatmin verecektir, bu sayede daha fazla kutsanacaksın.



Sevgi derinleşince korku kaybolur; sevgi ışıktır, korku ise karanlık.



Ve sonra sevginin üçüncü safhası vardır: dua. Kiliseler, dinler, tarikatlar, sana dua etmeyi öğretir.



Ama aslında, seni dua etmekten alıkoyarlar; çünkü dua kendiliğinden oluşan bir olgudur, öğretilemez. Eğer sana çocukluğunda dua etmek öğretildiyse, yaşayabileceğin çok güzel bir deneyim elinden alınmış demektir; dua kendiliğinden olan bir şeydir.



Sana çok sevdiğim bir hikâye anlatacağım. Leo Tolstoy küçük bir hikâye yazmış: Rusya'nın belirli bir bölgesinde bir göl varmış ve bu göl, üç aziz yüzünden ünlü olmuş. Bütün ülkenin ilgisini çekmiş. Binlerce insan, o üç azizi görmek için ülkenin dört bir yanından o göle gidiyormuş.



Ülkenin başpiskoposu korkmuş. Ne oluyordu, bu 'azizleri' daha önce hiç duymamıştı, kilise tarafından onaylanmamışlardı, onları kim aziz yapmıştı? Hıristiyanlık dünyanın en aptalca işlerinden birini yapıyor: Sertifika veriyor, "Bu adam bir aziz" diyorlar. Sanki bir adamı sertifikayla aziz yapabilirmişsin gibi!



Ama insanlar çılgın gibiydi ve sürekli mucizeler olduğuna dair haberler geliyordu. O yüzden piskoposun gidip durumu yerinde görmesi gerekiyordu. O üç yoksul insanın yaşadığı adaya gitmek için tekneye bindi. Onlar basit, yoksul insanlardı, ama çok mutluydular; çünkü, aslında tek bir yoksulluk vardır, o da sevemeyen kalbin yoksulluğu. Bu insanlar fakirdi, ama çok zengindi; bulabileceğin en zengin insanlardı.



Bir ağacın altında mutlu bir şekilde oturmuş, gülüyor, keyif çatıyorlardı. Piskoposu görünce önünde eğildiler. Ve piskopos sordu: "Burada ne yapıyorsunuz? Büyük birer aziz olduğunuza dair dedikodular var. Nasıl dua edileceğini biliyor musunuz?" Piskopos bu üç kişiyi gördüğü an, onların eğitimsiz olduğunu anlamıştı, hatta biraz aptallardı; mutlu ama aptal.



Adamlar birbirine baktı, "Üzgünüz efendim, kilisenin onayladığı doğru duaları bilmiyoruz, çünkü cahiliz; ama kendimiz bir dua yarattık, bizim yarattığımız bir şey. Eğer kızmazsanız size gösterebiliriz"



Piskopos meraklanmış. "Evet, nasıl ibadet ettiğinizi bana gösterin." demiş. Bunun üzerine adamlar anlatmış. "Düşündük, taşındık, ama biz iyi birer düşünür değiliz; aptal, cahil köylüleriz. Sonra basit bir dua üzerine karar kıldık. Hıristiyanlıkta Tanrı üçlü olarak görülür. Baba Tanrı, Oğlu ve Kutsal Ruh. Biz de üç kişiyiz. O yüzden şöyle bir dua yarattık; sen üçsün, biz üçüz, bize merhametini göster. Duamız bu. Biz üçüz, sen üçsün, bize merhametini göster."



Piskopos çok sinirlenmiş, burnundan soluyormuş. "Bu ne saçmalık. Ben hayatımda böyle bir dua duymadım, buna hemen bir son verin; bu şekilde aziz olamazsınız, sadece aptalsınız." Adamlar ayaklarına kapanmış ve "Bize gerçek, orijinal duayı öğret" demiş.



Piskopos onlara, Rus Ortodoks Kilisesinin onaylanmış duasını söylemiş. Çok uzun, karmaşık, cafcaflı bir dua. Üç adam birbirine bakmış. Bunu hatırlamaları imkansızmış; cennetin kapıları onlara kapanmıştı. "Lütfen bir kere daha söyle; çünkü çok uzun ve bizler cahiliz."demişler. Piskopos tekrar etmiş. "Bir kere daha söyleyin efendim, çünkü unuturuz, yanlış bir şey söyleriz." Piskopos bir daha söylemiş. Adamlar piskoposa kalpten teşekkür etmiş ve piskopos da, bu üç aptal insanı kiliseye kazandırdığı için kendini iyi hissetmiş.



Teknesiyle geri dönerken, gölün ortasında gözlerine inanamamış. O üç insan, o aptal insanlar, suyun üstünde koşuyormuş. "Durun" Bir kere daha! Yine unuttuk! "



Piskopos gözlerine inanamamış. Onların ayaklarına kapanmış ve "Beni affedin; siz bildiğiniz gibi dua etmeye devam edin" demiş.



Üçüncü sevgi enerjisi, duadır. Dinler, kurumsallaşmış kiliseler, bunu yok etmiştir. Onlar sana önceden hazırlanmış dualar sunmuştur. Dua kendiliğinden oluşan bir histir. Dua ederken bunu hatırla; bırak duan kendiliğinden oluşan bir şey olsun. Eğer duan bile içten olmuyorsa, ne içten olabilir? Eğer Tanrıyla birlikteyken bile, önceden hazırlanmış şeyleri kullanıyorsan, ne zaman içten, doğal ve gerçek olacaksın?



Söylemek istediğin şeyleri söyle. Tanrı ile sanki bilge bir dostla konuşuyormuşsun gibi konuş; ama sakın resmiyet katma. Resmi bir ilişki, ilişki bile sayılmaz. Tanrı ile de mi resmi olacaksın? Tüm doğallığı yitirirsin.



Duana sevgi kat. O zaman konuşabilirsin. Bu çok güzel bir şey; evrenle diyalog kurmak.



Hiç gözlemledin mi; eğer gerçekten içten olursan, insanlar seni deli olarak görecektir. Eğer bir ağaca gidip konuşmaya başlarsan, bir çiçekle, bir gülle konuşursan, insanlar deli olduğunu sanır. Eğer kiliseye gidip, bir haçla ya da heykelle konuşursan, kimse deli olduğunu düşünmez; aksine dindar olduğunu söyler. Tapınaktaki bir taşla konuşuyorsun ve herkes dindar olduğunu düşünür; çünkü onaylanmış şekil budur.



Eğer herhangi bir taş heykelden daha canlı, daha kutsal olan bir gülle konuşursan, eğer hiçbir kökü olmayan haç yerine, kökleri Tanrı'ya ulaşan bir ağaçla konuşursan... Haçın kökü yoktur, o ölü bir şeydir, o yüzden öldürür de. Ağaç canlıdır; kökleri toprağın derinliklerinde, dalları gökyüzündedir. Bütüne bağlıdır; güneşin ışıklarıyla, yıldızlarla bir bütündür. Ağaçlarla konuş; kutsal olanla temas noktası olabilir.



Ancak eğer böyle konuşursan, insanlar deli olduğunu sanır, içtenlik delilik gibi görülür. Resmiyet sağlık olarak görülür; aslında gerçek bunun tam tersidir. Bir tapınağa girip ezberlediğin bir duayı tekrar ediyorsan, sadece bir aptalsın. Kalpten kalbe bir konuşma yap. Dua çok güzeldir; onun sayesinde çiçek açmaya başlarsın.



Dua aşık olmaktır; bütüne aşık olmaktır. Bazen bütüne kızar ve konuşmazsın; bu güzeldir. "Konuşmayacağım. Bu kadar yeter. Sen beni dinlemiyorsun." dersin. Ne güzel bir hareket; ölü değil. Ve bazen, duayı tamamen bırakırsın; çünkü dua edersin ve Tanrı seni dinlemiyordur. Derinden bağlı olduğun bir ilişki olduğu için kızıyorsun; bazen kendini iyi hissediyor, minnet duyuyorsun, bazen de önemsemediğini hissediyorsun. Bırak o böyle, yaşayan bir ilişki olsun. O zaman dua gerçektir. Eğer bir gramofon gibi her gün aynı şeyi tekrar edersen, o zaman dua olmaz.



Çok hesapçı bir avukat varmış. Her gece yatağına yatmadan önce gökyüzüne bakıp, "Aynısından: tıpkı diğer geceler gibi." deyip yatarmış. Sadece bir kere dua etmiş. Hayatındaki ilk dua; ve sonra hep, 'aynısından'. Sanki hukuki bir olaymış gibi aynı duayı tekrar etmenin anlamı ne? İster aynısından de, ister hepsini tekrar et. İkisi de aynıdır.



Dua, yaşanan bir deneyim olmalı, kalpten kalbe bir diyalog olmalı. Ve bir süre sonra, eğer gerçekten kalpten konuşuyorsan, sadece konuştuğunu hissetmezsin, karşılığı da oradadır. O zaman dua kendini bulur; olgunlaşır. Karşılığı hissettiğin zaman, yalnız sen konuşmazsın; eğer bir monolog ise hâlâ dua değildir. Eğer diyalog olursa sadece konuşmaz, aynı zamanda dinlersin.



Ve sana derim ki, tüm varoluş karşılık vermeye hazır. Kalbin bir kez açıldığında, bütün sana karşılık verir.



Dua kadar güzel bir şey yoktur; hiçbir sevgi dua kadar güzel olamaz. Nasıl hiçbir seks, sevgi kadar güzel olamazsa, hiçbir sevgi de dua kadar güzel olamaz.



Sonra bir de dördüncü safha var. Ben buna meditasyon diyorum. Orada diyalog da kayboluyor. Orada sessizlik içinde diyalog kuruyorsun. Kelimeler kayboluyor çünkü kalp gerçekten dolup taştığında konuşamazsın. Kalp dolup taşınca, ancak sessizlik iletişim kurma aracı olabilir. Çünkü o zaman, "diğer" yoktur. Sen evrenle bir olursun. Ne bir şey söylersin, ne bir şey dinlersin: sen evrenle, bütünle, bir olanla bütünleşirsin. Tam bir bütünlük: Meditasyon budur.



Bunlar sevginin dört safhasıdır ve her safhada korkunun kaybolması gerçekleşecektir. Eğer seks güzel yaşanırsa, beden korkusu ortadan kaybolacaktır; beden, nevrotik olmayacaktır. Normal olarak, binlerce beden gözlemledim. Onlar nevrotik, delirmiş bedenler; tatmin olmamış, yuvasına varmamış.



Eğer sevgi gerçekleşirse, zihindeki korku ortadan kaybolacaktır. O zaman özgür, dingin ve kendini yuvada hissettiğin bir hayatın olacak. Ne bir korku gelecek, ne de bir kabus.



Eğer dua gerçekleşirse, o zaman korku tamamen ortadan kaybolacak. Çünkü dua sayesinde bir olursun; bütünlükle derin bir duygu birlikteliği hissedersin. Ruhundaki korku kaybolur; ölüm korkusu sadece dua ettiğin zaman ortadan kaybolur, ondan önce değil.



Meditasyon yaptığın zaman ise korkusuzluk bile ortadan kaybolur. Korku kaybolur, korkusuzluk kaybolur. Hiçbir şey kalmaz. Ya da sadece hiçlik kalır. Engin bir saflık, bekaret, masumiyet.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder