MASUMİYETİN YOLU

Gerçek sorun cesaret sorunu değildir. Gerçek sorun, bilinenin ölmüş ve bilinmeyenin yaşayan olmasıdır. Bilinene tutunmak bir cesede tutunmaktır. Onu bırakmak için cesarete ihtiyacın yok; aslında cesede tutunmaya devam etmek için cesaret gerekir. Sadece görmen gerek. Sana tanıdık olanlar, yaşamış oldukların sana ne verdi? Nereye ulaştın? Hâlâ boş değil misin? İçinde derin bir tatminsizlik, derin bir hüsran ve anlamsızlık yok mu? Bir şekilde başarıyorsun; gerçeği gizleyerek, yalanlar yaratarak, tutunmayı, kendini meşgul etmeyi sürdürüyorsun.




İşte mesele bu: Bildiğin her şeyin geçmişe ait olduğunu, geride kaldığını net bir şekilde görmek. O mezarlığın bir parçasıdır. Bir mezarda olmayı mı istiyorsun, yoksa canlı olmayı mı? Bu sadece bugünün sorunu değil; yarın da aynı sorunla karşı karşıya kalacaksın; ve ondan sonraki gün de. Son nefesine kadar bu böyle devam edecek.



Bildiğin her şey, biriktirdiklerin: bulgular, bilgiler, deneyimler; onları keşfettiğin an, onlarla işin bitmiştir. Artık o boş sözleri taşımak, o ölü yükünü sırtında taşımak hayatını ezer, hayatını ağırlaştırır; her an seni beklemekte olan o cap canlı, sevinç dolu varlık olmanı engeller.



Anlayışı olan insan her an geçmişine ölür ve geleceğine yeniden doğar. Yaşadığı an sürekli bir dönüşümdür, bir yeniden doğumdur, bir diriliştir. Bu pek de bir cesaret meselesi değildir; anlaşılması gereken ilk şey budur. Bu bir zihinsel berraklık meselesidir; neyin ne olduğu hakkında net olmaktır.



Ve ikinci olarak, ne zaman cesaret ile ilgili bir konu ortaya çıkarsa, onu kimse sana veremez. Bu, bir hediye olarak sunulabilecek bir şey değildir. Bu, herkesin doğuştan sahip olduğu bir özelliktir. Sen sadece onun büyümesine izin vermedin, kendini ortaya koymasına izin vermedin.



MASUMİYET, CESARET VE NETLİĞİN BERABERLİĞİDİR



Eğer masumsan cesarete ihtiyacın yoktur. Netliğe de ihtiyacın yoktur; çünkü hiçbir şey masumiyetten daha net, daha şeffaf olamaz. O yüzden asıl sorun insanın kendi masumiyetini nasıl koruyacağıdır.



Masumiyet elde edilecek bir şey değildir. Öğrenilecek bir şey değildir. Resim, müzik, şiir, heykel gibi bir yetenek değildir. Bu tip bir şey değildir. O daha çok nefes almak gibidir; doğuştan varolan bir şey.



Masumiyet herkesin doğasında vardır. Hiç kimse masum olmadan doğamaz.



İnsan masum olmadan nasıl doğabilir? Doğum bu dünyaya boş bir sayfa olarak geldiğin anlamına gelir; üzerine hiçbir şey yazılmamıştır. Sadece geleceğin var; geçmişin yok. Masumiyetin anlamı budur. O yüzden önce masumiyetin tüm anlamlarını anlamaya çalış.



İlki: geçmiş yoktur; sadece gelecek vardır.



Geçmiş, anılar, deneyimler, beklentilerden oluşan rüşvetler vererir . Bütün bunlar bir araya gelince seni akıllı yapar, ama net olamazsın. Seni kurnaz yapar, ama zeki olamazsın. Bu dünyada başarılı olmanı sağlayabilir, ama varlığının derinliklerinde başarısız olursun. Ve en sonunda yüzleşeceğin başarısızlık karşısında, bu dünyanın bütün başarıları hiçbir şey ifade etmez. Çünkü nihai olarak sadece içindeki öz seninle birlikte kalır. Diğer her şey kaybolur: Başarıların, gücün, adın, şöhretin, hepsi birer gölge gibi kaybolur.



Sonunda seninle kalan tek şey başlangıçta getirdiğindir. Bu dünyadan, sadece getirmiş olduğun şeyi götürebilirsin.



Hindistan'da dünyayı bir tren istasyonunun bekleme odası gibi görme düşüncesi yaygındır; o senin evin değildir. Sonsuza dek bekleme odasında kalmayacaksın. Bekleme odasındaki hiçbir şey sana ait değildir: mobilyalar, duvardaki resimler... Onları kullanırsın; resmi incelersin, koltukta oturursun, yatakta uzanırsın, ama hiçbiri sana ait değildir. Sadece birkaç dakikalığına ya da en fazla birkaç saatliğine oradasın, sonra gitmiş olacaksın.



Evet, bekleme odasına yanında ne getirdiysen, sadece onu alıp gideceksin: sana ait olanı. Bu dünyaya ne getirdin? Ve dünya, kesinlikle bir bekleme salonudur. Bekleyiş, saniyeler, dakikalar, saatler, günler olmayabilir, yıllarca sürebilir; ama yedi saat ya da yetmiş yıl beklemen neyi değiştirir?



Yetmiş yılda, bir bekleme odasında olduğunu unutabilirsin. Oranın sahibi olduğunu, hatta inşa ettiğin ev olduğunu düşünmeye başlayabilirsin. Bekleme odasının duvarına, üzerinde adın yazan bir plaka koyabilirsin.



Bazı insanlar... Çok yolculuk yaptığım için bununla sık karşılaşıyorum. İnsanlar bekleme salonlarının tuvaletlerine isimlerini yazıyor. İnsanlar bekleme salonunun mobilyalarına isimlerini kazıyor. Aptalca görünüyor ama insanların bu dünyaya yaptığına çok benziyor bu.



Antik Jaina yazıtlarında çok önemli bir hikâye var. Hindistan'da eğer biri bütün dünyanın imparatoru olabilirse, ona çakravartin denir. Çakravartin'in anlamı... çakra kelimesi tekerlek anlamına gelir. Antik çağlarda Hindistan'da gereksiz savaş ve şiddeti önlemek için bir uygulama vardı. Bir at arabası, çok değerli altından bir araba, çok güçlü ve güzel atlar tarafından, bir krallıktan diğerine giderdi. Eğer diğer krallık direnmeyip arabanın geçişine izin verirse, o krallık arabanın sahibinin üstünlüğünü kabul etmiş sayılırdı. O zaman savaşmaya gerek kalmazdı.



Bu şekilde araba yol alır ve insanlar nerede arabanın önünü keserse, orada savaş olurdu. Eğer arabanın önü kesilmezse, o zaman kralın üstünlüğü, herhangi bir savaş yaşanmadan ispat edilmiş olurdu: O kral bir çakravartin olurdu, tekerlekleri her tarafa yol alan ve kimsenin engelleyemediği kişi. Bütün kralların arzusu bir çakravartin olmaktı.



Bunun için tabii ki Büyük İskender'den daha güçlü olmak gerekir. Sadece araba göndermeyi destekleyebilmek için çok büyük bir güce sahip olmak gerekir. Eğer arabanın yolu kesilirse kitlesel bir katliam olacağı konusunda kesin bir irade gereklidir. Bu, o adam birisini fethetmek isterse, bunu engellemenin bir yolu olmadığının zaten bilindiği ve kabul edildiği anlamına gelir.



Ama bu çok sembolik bir tarz; daha medeni. Saldırmaya gerek yok, hemen öldürmeye başlamaya gerek yok; sadece sembolik bir mesaj yolla. Kralın bayrağını taşıyan araba yol alır ve eğer diğer kral, direnmenin anlamı olmadığını görürse, savaşın yenilgi, gereksiz şiddet ve yıkım anlamına geldiğini hissederse atı sevinçle kabul eder; başkentine giren arabayı çiçeklerle karşılar.



Sovyetler Birliği ve Amerika gibi ülkelerin yapacağından çok daha medeni görünüyor. Sadece güzel bir araba gönder; ama bu, gücünden son derece emin olmayı gerektirir. Ve sadece sen değil, herkes de bundan kesinlikle emin olacak. Ancak o zaman böyle bir sembol yardımcı olabilir. O yüzden her kralın içinde bir gün çakravartin olma arzusu bulunurdu.



Bu hikâye, çakravartin olmayı başaran bir adam hakkında. Bu sadece bin yılda bir olur ve ancak bin yılda bir adam çakravartin seviyesine ulaşır. Büyük İskender bile dünyayı fethedememişti; ele geçiremediği çok yer kalmıştı. Çok genç yaşta öldü, sadece otuz üç yaşındaydı; dünyayı fethedecek zamanı bile olmamıştı. Bırakın fethetmeyi, dünyanın tamamı henüz bilinmiyordu bile! Dünyanın yarısı henüz bilinmiyordu ve bilinen yarısı bile fethedilmemişti. Hikayesini anlatacağım bu adam ise çakravartin olmayı başarmıştı.



Efsaneye göre, bir çakravartin öldüğü zaman - çakravartin, sadece binlerce yılda bir olduğu için çok nadir bir varlıktır - cennette büyük kutlamalarla karşılanır ve özel bir yere götürülür.



Jaina mitolojisine göre, cennette Himalayalara paralel bir dağ vardır. Himalayalar sadece taş, toprak ve buzdan oluşmuştur. Himalayaların cennetteki paraleline ise Sumeru denir. Sumeru, en yüksek dağ demektir; ondan daha yüksek bir şey olamaz, ondan daha iyisi olamaz. Som altındandır. Taşlar yerine, elmaslar, yakutlar, zümrütler vardır.



Bir çakravartin öldüğü zaman, adını kazıması için Sumeru dağına götürülür. Bu sadece bin yılda bir yaşanan çok nadir bir fırsattır. Tabii bu adam, adını Sumeru'ya yazacağı için çok büyük bir heyecan içindedir. Çünkü bu varolmuş bütün yüce kişilerin isimlerinin yazıldığı katalogdur ve hatta ondan sonra gelecek yüce kişilerin isimlerinin de yer alacağı katalogtur. Bu imparator, süpermenler listesine katılıyordu.



Kapıdaki bekçi ona, ismini kazıması için gerekli aletleri verdi. Kendisi ölürken, sırf efendileri ölüyor diye intihar etmiş olan birkaç adamını da yanında götürmek istedi; onlar imparatorlarının olmadığı bir yaşam düşünememişlerdi. Karısı, başbakanı, başkomutanı, etrafındaki bütün büyük insanlar intihar etmişti ve onunla birlikte gelmişlerdi.



İmparator, bekçiden hepsini içeri sokmasını ve onların, adını dağı kazırken izlemesini istediğini söyledi. Çünkü eğer seni görecek kimse bile yoksa, içeri yalnız başına girip adını kazımakta ne keyif vardı ki? Çünkü asıl keyif, dünyanın onu görmesindeydi.



Bekçi şöyle dedi: "Benim tavsiyeme kulak ver; çünkü bu meslek bana miras kaldı. Babam da bir bekçiydi, onun babası da bir bekçiydi; asırlar boyunca biz Sumeru Dağının bekçiliğini yaptık. Tavsiyemi dinle; onları yanında götürme, yoksa pişman olacaksın."



İmparator anlayamadı ama onun tavsiyesini göz ardı edemezdi. Çünkü onu engellemekte ne çıkarı olacaktı ki?



Bekçi devam etti: "Eğer görmelerini istiyorsan, önce git ve adını kazı; sonra geri gel ve eğer istersen onları götürüp gösterirsin. Onlarla şimdi gitmek istesen bile sana karşı çıkmam. Ancak, eğer vazgeçecek olursan, sonra fikrini değiştirme şansın olmayacak; onlar seninle olacak. Sen yalnız git." Bu çok akıllıca bir tavsiyeydi.



İmparator, "Çok iyi. Yalnız gideceğim. Adımı kazıyacağım, geri dönüp, sizleri alacağım" dedi.



"Ben bununla tamamen hemfikirim" dedi bekçi. İmparator gidip binlerce güneş altında parlayan Sumeru Dağını gördü. Cennet, tek bir güneşe sahip olacak kadar fakir olmadığı için binlerce güneş vardır. Binlerce güneş ve Himalayalardan çok daha büyük, altından yapılma bir dağ. Ve Himalayalar, neredeyse üç bin iki yüz kilometreden uzundur! Bir süre için gözlerini bile açamadı; o kadar büyük bir parıltıya sahipti. Sonra adını yazacak uygun bir yer aramaya başladı. Ancak o anda, büyük bir şaşkınlığa uğradı. Hiç boş yer yoktu. Bütün dağ, kazılmış isimlerle kaplanmıştı.



Gözlerine inanamadı. İlk olarak ne olduğunun farkına vardı. O ana kadar kendini bin yılda bir gelen bir süpermen olarak görüyordu. Ama zaman sonsuzluktan geldiği için, binlerce yıl bile herhangi bir fark yaratmıyordu. O yüzden geçmişte çok fazla sayıda çakravartin yaşamıştı. Evrenin en büyük dağında, minnacık adını yazacak kadar boş bir yer kalmamıştı.



Geri döndü ve bekçinin karısını, başkomutanını, başbakanını ve diğer yakın arkadaşlarını götürmemesindeki ısrarcılığında haklı olduğunu artık anlamıştı. Yanında gelenlerin bu durumu görmemiş olması iyiydi. Onlar hâlâ imparatorlarının nadir bir varlık olduğuna inanabilirdi.



Bekçiyi bir kenara çekti. "Ama hiç boş yer yok" dedi.



Bekçi yanıtladı: "Ben de sana bunu söylüyordum. Tek yapman gereken birkaç isim silip kendi adını yazmak. Şimdiye kadar yapılan hep bu oldu; ben hayatım boyunca böyle yapıldığını gördüm. Babam da hep bunun yapıldığını gördü, babamın babası da. Benim ailemden hiç kimse de Sumeru'da isim yazılacak bir yer, ya da bir boşluk asla görmedi."



"Ne zaman bir çakravartin gelse, birkaç isim silip kendi ismini yazmak zorunda kaldı. Çakravartin'lerin bütün tarihi bu değil. Birçok kere silindi, birçok kere yazıldı. Sen git ve işini yap ve sonra eğer dostlarına göstermek istersen onları içeri götürebilirsin."



İmparator dedi ki: "Hayır. Onlara göstermek istemiyorum. Adımı bile yazmak istemiyorum. Ne anlamı var ki? Bir gün biri gelip onu silecek."



"Bütün hayatım tamamıyla anlamsızlaştı. Tek umudum buydu: Cennetteki altın dağında ismim yazılı olacaktı. Ben bunun için yaşadım, bunun için hayatımı tehlikeye attım; bunun için bütün dünyayı öldürmeye hazırdım. Ve bir başkası gelip benim adımı sildikten sonra kendisininkini yazabilir. Adımı yazmanın ne anlamı var ki? Ben adımı yazmayacağım." Bekçi gülmüş.



İmparator "Neden gülüyorsun" diye sormuş. Bekçi yanıtlamış: "Bu çok garip çünkü bunu da atalarımdan dinledim: Çakravartinler geliyor ve bütün olayı gördükten sonra, isimlerini bile yazmadan dönüyorlarmış. Sen ilk değilsin; biraz zekâya sahip olan herkes aynı şeyi yapar."



Bu koca dünyada ne elde edebilirsin? Yanında ne götürebilirsin? Adını mı, itibarını mı, saygınlığını mı? Paranı, gücünü mü; neyi? Diplomanı mı? Hiçbir şey götüremezsin. Her şeyi burada bırakmak zorundasın. İşte o anda, sahip olduğun her şeyin aslında senin olmadığını anlarsın: Sahip olma fikri temelden yanlıştı. Ve sahip olduğun o şeyler yüzünden de çürümüş durumdaydın.



O sahipliği arttırmak için; daha fazla para, daha fazla güç, daha fazla toprak elde etmek için, kendinin dahi doğru olduğunu söyleyemeyeceğin şeyleri yapıyordun. Yalan söylüyordun, dürüst değildin. Yüzlerce farklı role büründün. Bir an için bile ne kendine, ne de başkalarına dürüst olmadın, bunu yapamadın. Sahte, gerçek dışı ve rol yapan biri olmak zorunda kaldın; çünkü bu dünyada başarılı olmana yardımcı olacak şeyler bunlardı. Hakiki olmak sana yardım etmeyecek. Dürüstlük sana yardımcı olmayacak. Gerçeği söylemek sana yardım etmeyecek.



Sahip oldukların, başarı, ün olmadan sen nesin? Bilmiyorsun. Sen isminsin, sen şöhretinsin, sen itibarın, sen gücünsün. Ama bunlar dışında sen kimsin? O yüzden bütün bu sahiplik, senin kimliğin oluyor. Sende varlığına ilişkin bir yanılsama yaratıyor. Ego budur.



Ego gizemli bir şey değildir; çok basit bir olgudur. Kim olduğunu bilmiyorsun ve kim olduğunu bilmeden yaşamak imkansızdır. Eğer ben kim olduğumu bilmiyorsam, o zaman burada ne arıyorum? O zaman yaptığım her şey anlamını yitiriyor. İlk ve en öncelikli şey, kim olduğumu bilmem. Belki ondan sonra, doğamı doyuracak bir şeyler yapar, tatmin olur, kendimi yuvamda hissederim.



Ama eğer kim olduğumu bilmiyorsam ve birçok şey yapmaya devam ediyorsam, doğamın ulaşması gereken yere nasıl ulaşacağım, nasıl oraya yöneleceğim? Sağa sola koşturup duruyorum; ama "İşte vardım; aramakta olduğum yer burasıydı" diyebileceğim hiçbir yer olmaz.



Sen kim olduğunu bilmiyorsun. O yüzden onun yerine geçecek sahte bir kimliğe ihtiyaç var. O sahte kimliği sana sahip oldukların veriyor.



Bu dünyaya masum bir gözlemci olarak geliyorsun. Herkes aynı şekilde, aynı bilinç niteliğine sahip olarak geliyor. Ama yetişkinlerin dünyasıyla pazarlık yapmaya başlıyorsun. Sana verecek çok şeyleri var. Senin ise verecek tek bir şeyin var: kendi bütünlüğün ve öz saygın. Senin pek bir şeyin yok; tek bir şeyin var. Bunu istediğin şekilde adlandırabilirsin; masumiyet, zekâ, özgünlük. Sadece tek bir şeyin var.



Bir çocuk doğal olarak etrafında gördüğü her şeyle çok ilgilenir. Sürekli onu, bunu, şunu ister; bu insan doğasının bir parçasıdır. Eğer küçük bir çocuğa bakarsan, yeni doğmuş bir bebek bile, elini sağa sola uzatmaya başlar, elleri hep bir şey bulmaya çalışır. Yolculuğuna başlamıştır.



Bu yolculukta kendini kaybedecektir. Çünkü bu dünyada bedelini ödemeden hiçbir şey alamazsın. Ve zavallı çocuk, verdiği şeyin ne kadar değerli olduğunu anlayamaz. Kendi bütünlüğünü bir tarafa koyup, diğer tarafa bütün dünyayı koysan bile; bütünlük daha ağır basar, daha değerlidir. Çocuğun bunu bilme şansı yoktur. Sorun budur, çünkü sahip olduğu şey, zaten içindedir. Onu kanıksamıştır.



Bunu daha iyi netleştirmek için bir hikâye anlatayım.



Çok zengin bir adam, sonunda büyük bir iç sıkıntısına düşmüş, ki bu başarının doğal bir sonucudur. Hiçbir şey başarı kadar başarısız olamaz. Başarı, ancak eğer sen bir başarısızsan önemlidir. Bir kez başardığında, dünyanın, insanların, toplumun seni aldattığını artık bilirsin. Adamda her türlü zenginlik vardı; ama zihni huzurlu değildi. Bu huzuru aramaya başladı.



Amerika'da olan da bu. Başka hiçbir yerde olmadığı kadar çok sayıda insan, Amerika'da zihinsel huzur arayışına girmiştir. Hindistan'da zihinsel huzur arayan tek bir kişiyle bile karşılaşmadım. Önce mide huzurunun icabına bakılması gerekir; zihinsel huzur çok uzaklardadır. Mideden bakılınca zihin milyonlarca kilometre uzaktadır.



Ama Amerika'da herkes zihinsel huzur arayışında ve elbette sen böyle bir arayış içinde olunca, insanlar da onu sana vermek için hazırda bekler. Bu basit bir ekonomi yasasıdır: Talep olan her yerde arz bulunur. Aradığın şeyin gerçekten ihtiyaç duyduğun şey olup olmaması önemli değildir. İnsanlar arz edilen şeyin sana ne vereceği ile de ilgilenmez; aldatıcı reklam, propaganda ya da gerçekten kayda değer bir şey olabilir.



Talebin olduğu yerde, arzın bulunacağı ilkesini bilen akıllı ve kurnaz insanlar, bir adım ileri gitmiştir. Artık "Talebin oluşmasını beklemeye gerek yok; talebi yaratabilirsin." diyorlar. Reklamın özünde bulunan şey budur: talep yaratmak.



Reklamı okumadan önce, böyle bir talebin yoktu, böyle bir ihtiyacın olduğunu hissetmemiştin. Ancak, reklamı okuyunca, bir anda "Aman Tanrım, bunu nasıl kaçırmışım; ne kadar aptalım, böyle bir şey varolduğunu bile bilmiyordum!" hissine kapılırsın.



Biri, bir şeyi imal etmeye, üretmeye başlamadan önce, hatta yıllar önce - üç, dört yıl öncesinden - reklam yapmaya başlar. Ürün henüz piyasaya sürülmemiştir, çünkü önce talebin insanların zihnine ulaşması gerekir. Talep bir kez oluştuktan sonra, arzın sunumu da hazır olmuş olur.



Bernard Shaw'un söylediğine göre, ilk kitabını bastırdığı zaman, tabii ki ortada kitapları için bir talep yoktu. Kimse George Bernard Shaw'i duymamıştı. Nasıl talep edebilirsin, "George Bernard Shaw'in kitabını istiyorum" diye nasıl isteyebilirsin ki? O yüzden o da ne yaptı, bütün gün dolaştı... Kitabını bastırdı, gerekli parayı tedarik edip, kendisi bastırdı. Ve sonra, bir kitapçıdan diğerine giderek, "George Bernard Shaw'un kitabı var mı" diye sormaya başladı.



"George Bernard Shaw mu? Bu adı hiç duymadık" yanıtı alıyordu.



"Çok garip. Bir kitapçı işletiyorsunuz ve böyle büyük bir yazarı hiç duymadınız mı? Yoksa çağın gerisinde mi kaldınız ne? İlk fırsatta mutlaka George Bernard Shaw kitabı alın." diyordu. Sadece tek bir kitap bastırmıştı, ama birkaç kitabın reklamını yapıyordu. Çünkü zaten kitapçıları dolaşıyorken, neden sadece tek bir kitabın reklamını yapasınız ki? Sonuçta tek bir kitap, bir insanı büyük yazar yapmaz.



Kıyafet değiştirip; bazen şapka, bazen gözlük takıp tekrar giderdi. Ve insanlar George Bernard Shaw'in evini aramaya başladı. Bütün bu reklamı ve talep oluşturmayı kendisi yapmak zorunda kalmıştı. İlk kitabını böyle sattı. Sokaktaki insanlara soruyordu. "Duydunuz mu? Çünkü ben George Bernard Shaw adında bir yazarın yazdığı bir kitap hakkında çok şey duyuyorum. İnsanlar, harika, muhteşem olduğunu söylüyor. Siz duydunuz mu?"



İnsanlar, "hayır, daha önce adını bile duymadık" diyordu. "Çok garip. Ben Londra'yı kültürlü bir toplum sanırdım" derdi. Sonra kütüphanelere, kitap kulüplerine ve talep yaratacağını düşündüğü her yere giderek, o talebi yarattı. Kitabı sattı - hala yapmakta olduğu şey de budur - ve sonunda çağının en büyük yazarlarından biri oldu. Talebi kendisi yaratmıştı.



Ama eğer başarılı olursan, kimsenin sende zihinsel huzur talebi yaratmaya ihtiyacı olmaz. Çünkü başarılı olurken, zaten o zihinsel huzurunu kaybediyorsun. Bu, doğal bir gidişattır. Başarı, içindeki bütün huzuru alıp götürür. Hayatta önemli olan her şeyi emip alır: huzur, sessizlik, coşku, sevgi. Her şeyi senden almaya başlar. Sonunda ellerin döküntüyle dolar ve asıl değerli olan her şey kaybolur. Ve birden, zihinsel huzura ihtiyaç duyduğunu fark edersin.



Anında tedarikçiler ortaya çıkar; ne zihin, ne de huzur hakkında hiçbir şey bilmeyen tedarikçiler. Bir Yahudi haham olan Joshua Liebman'ın yazdığı, Zihinsel Huzur adında bir kitap okudum. Bütün kitabı bitirdim. Adam, ne huzuru biliyor, ne de zihnin ne olduğunu. Ama, adam bir işadamı. Zihinsel huzur hakkında hiçbir şey bilmeden, çok iyi bir iş başarmış.



Kitabı, dünyanın en çok satan kitaplarından biri; çünkü zihinsel huzur arayan herkes, er ya da geç, Liebman'ın kitabıyla karşılaşacaktır. Çok güzel yazmış. Çok iyi bir yazar, çok kıvrak ve etkileyici. Seni etkileyecektir. Ancak, zihinsel huzur sana her zamanki kadar uzak olacaktır; hatta bu kitabı okuyarak, onu daha da uzaklaştırabilirsin.



Sonuçta, eğer bir adam huzurun ne olduğunu biliyorsa, zihnin ne olduğunu biliyorsa, Zihinsel Huzur adında bir kitap yazamaz. Çünkü bütün huzursuzluğun, bütün sıkıntının nedeni zihnin kendisidir. Huzur, zihin olmadığında vardır. O yüzden zihinsel huzur diye bir şey varolamaz.



Eğer zihin oradaysa, huzur yoktur. Eğer huzur oradaysa, zihin yoktur. Ama, "Zihinsizliğin Huzuru" adında bir kitap yazarsan, hiç kimse onu satın almaz. Bunu düşündüm; ama hiç kimse "Zihinsizliğin Huzuru" adında bir kitabı almaz. Bunu havsalaları almaz; ancak, gerçek olan tam da bu.



Çocuk beraberinde getirdiği şeyin ne olduğunun farkında değildir. Bu zengin adam da aynı konumdaydı. Dünyanın bütün zenginliklerine sahipti, ama şimdi ise zihinsel huzur peşinde koşuyordu. Bir bilgeden diğerine gitmiş ve hepsi de harika tavsiyelerde bulunmuş ama tavsiye kimseye yardımcı olmaz.



Sonuçta, sadece aptallar nasihat verir ve sadece aptallar nasihat alır. Bilge insanlar, nasihat vermekte gönülsüz davranır, çünkü bilge bir adam, bu dünyada bedava olarak verilen ve hiç kimsenin almadığı yegane şeyin nasihat olduğunu bilir. Öyleyse neden uğraşsın?



Bilge bir adam, önce nasihati kabul etmen için seni hazırlar. O sana sadece nasihat vermez; senin hazırlanman da gerekir. Seni hazırlamak yıllar sürebilir; önce tarlayı süreceksin ve ancak ondan sonra tohumu ekebilirsin. Sadece bir aptal, taşların, kayaların üstüne tohum atarken, aslında onları ziyan ettiğini aklına getirmez.



Bütün bu bilgeler ona nasihatte bulundu ama hiçbir şey yerine oturmadı. Sonunda, bir şey sormadığı adamın biri, kimsenin tanımadığı bir adam - hatta köyün aptalı olarak görülüyordu - bir gün yolda giderken onu durdurdu ve şöyle dedi: "Sen gereksiz yere vaktini harcıyorsun: Bu adamların hiçbiri bilge değil. Onları çok iyi tanıyorum; ama aptal olduğum için kimse bana inanmıyor. Belki sen de bana inanmayacaksın, ama tanıdığım bir bilge var.



Zihinsel huzur için kendine bu kadar işkence yaptığını görünce, sana doğru insanı göstersem iyi olur diye düşündüm. Sonuçta ben bir aptalım. Kimse benden nasihat istemez ve ben de kimseye vermem. Ama dayanamadım: Seni bu kadar üzgün ve mutsuz görünce sessizliği bozdum. Komşu köydeki şu adama git."



Zengin adam hemen, içinde çok değerli elmaslar bulunan büyük bir torbayla, güzel atına binip gitti. Köye ulaştı ve adamı gördü. Bu adam, Sufilerin Nasrettin Hocasıydı.



Hocaya sordu: "Zihinsel huzura ulaşmama yardımcı olabilir misin?"



Hoca yanıtladı: "Yardım mı? Onu sana verebilirim."



Zengin adam düşünmüş. "Çok garip, önce o aptal tavsiye etti ve ben de çaresizliğim yüzünden, denemekten bir zarar gelmez dedim ve buraya geldim. Bu adam daha büyük bir aptala benziyor. 'Onu sana verebilirim' diyor."



Zengin adam konuşmuş: "Bana verebilir misin? Her türlü bilgeye gittim hepsi nasihat verdi; şunu yap, bunu yap, disiplinli yaşa, bağış yap, yoksullara yardım et, hastane aç, şunu yap, bunu yap. Bütün bunları söylediler ve aslına bakarsan ben de hepsini yaptım, ama hiçbiri işe yaramadı. Hatta daha da çok bela çıktı başıma. Şimdi sen onu vereceğini mi söylüyorsun?"



Hoca cevap vermiş: "Bu iş çok kolay. Şimdi attan in." Zengin adam atından inmiş. Torbasını elinde tutuyormuş ve hoca sormuş: "Neden o torbayı kalbine bu kadar yakın tutuyorsun?"



"Bunlar çok değerli elmaslar. Eğer bana huzur verebilirsen, sana bu torbayı vereceğim." Ama adam daha ne olduğunu bile anlamadan, hoca torbayı kapmış ve koşmaya başlamış.



Bir an için şok geçiren zengin adam, ne yapacağını bile anlamamış. Sonra hocanın peşine düşmüş. Ama burası hocanın köyüydü; her sokağı, her kestirmeyi biliyordu ve koşuyordu. Zengin adam, hayatı boyunca hiç koşmamıştı ve çok şişmandı... Ağlıyor, hızla nefes alıp veriyor ve gözlerinden yaşlar süzülüyordu. "Dolandırıldım! Bu adam hayatım boyunca biriktirdiğim bütün emeğimi, her şeyimi aldı" diye bağırıyordu.



Böyle olunca da bir kalabalık toplanmıştı ve hepsi gülüyordu. Zengin adam, "Hepiniz aptal mısınız, bu köy aptallarla mı dolu; ben mahvoldum ve sizler hırsızı yakalamaya çalışmak yerine gülüyorsunuz" demiş.



Kalabalıktan sesler yükselmiş: "O bir hırsız değil, çok bilge bir adamdır."



Zengin adam, "Köyümdeki o aptal kaldırılacak bu belayı başıma sardı!" diye söylenmiş. Ama bir şekilde, koşarak, terler akıtarak hocayı takip etmiş. Hoca, adamın atının hala durmakta olduğu ağacın altına gelmiş. Elinde torbayla ağacın gölgesine oturmuş ve zengin adam da ağlayarak gelmiş. Hoca "Şu torbayı al" demiş. Zengin adam torbayı alıp göğsüne bastırmış. Hoca sormuş: "Şimdi nasılsın? Bir parça huzur hissediyor musun?"



Zengin adam yanıtlamış: "Evet, çok huzurlu geliyor. Çok garip bir adamsın ve garip yöntemlerin var."



Hoca yanıtlamış: "Hiçbir gariplik yok; basit bir matematik. Sahip olduğun şeyi kanıksamaya başlıyorsun. Sana, onu kaybetme ihtimalinin gösterilmesi lazım; ancak o zaman ne kaybettiğinin farkına varıyorsun. Yeni hiçbir şey kazanmadın. Bu, huzursuz bir şekilde taşıdığın torbanın kendisi. Şimdi aynı torbayı kalbine bastırıyorsun ve herkes, ne kadar mutlu ve huzurlu olduğunu görüyor: mükemmel bir bilge! Evine git ve kimseyi rahatsız etme."



Çocuğun sorunu da bu. O, masumiyetle doğduğu için, o masumiyeti vererek her şeyi satın almaya hazır. Herhangi bir çöpü alıp, karşılığında cesaretini vermeye hazır. Sadece oyuncak almaya hazır, bu dünyada zaten oyuncaktan başka ne var? Ve saflığını kaybediyor. Ancak bütün bu oyuncaklara sahip olduğu zaman, onlardan bir keyif almadığını hisseder ve anlar: Hiçbir şey elde edemez, hiçbir tatmin göremez. İşte o zaman, neyi kaybettiğinin farkına varır, ve onu kendisi yapmıştır.



Daha iyi bir dünyada, tüm aileler çocuklarından öğrenecek. Onlara bir şey öğretmek için ne kadar telaşlısın! Kimse onlardan bir şey öğrenmiyor gibi, ve onların öğreteceği aslında o kadar çok şey var ki! Senin ise onlara öğretecek hiçbir şeyin yok.



Sırf daha büyük ve güçlüsün diye, kim olduğunu, iç dünyanda hangi mertebeye ulaştığını düşünmeden, onu kendine benzetmeye başlarsın. Sen sefalet içinde yaşıyorsun ve aynı şeyi çocuğun için de mi istiyorsun?



Ancak kimse düşünmüyor. Aksi halde insanlar, küçük çocuklardan ders almaya çalışırdı. Çocuklar, diğer dünyadan çok şey getirir çünkü o kadar yeni gelmişlerdir ki. Onlar hâlâ rahmin sessizliğini taşır, varoluşun sessizliğini taşır.



HİÇBİR ZAMAN AKLINDAN ÇIKARTMA: BİLİNMEYENE GÜVEN. Bilinen zihindir; bilinmeyen zihin olamaz. Başka bir şey olabilir, ama zihin olamaz. Zihin hakkında kesin olan tek şey vardır: Zihin, biriktirilmiş bilinendir. O yüzden, örneğin, eğer yolda bir kavşağa gelirsen zihin sana, "Bu yoldan git, burası tanıdık" der; zihin işte budur. Eğer varlığını dinlersen, o tanınmadık yoldan gitmek ister: bilinmeyene. Varlık, her zaman maceraperesttir. Zihin, her zaman çok muhafazakar, çok doğrucudur. O hep izleri takip etmek, daha önce tekrar tekrar gitmiş olduğu yoldan gitmek ister: En az direncin olduğu yoldur.



O yüzden her zaman bilinmeyeni dinle. Ve cesaretini toplayıp, bilinmeyene adım at.



Kaderinle gelişmek büyük cesaret ister, korkusuzluk ister. Korku dolu insanlar, bilinenin ötesine adım atamaz. Bilinen, bir çeşit rahatlık ve güvenlik verir; çünkü biliniyordur. İnsan neyle karşılaşacağının farkındadır; insan ne yapacağını bilir. İnsan neredeyse uyurken bile gerekeni yapar. Uyanık olmaya ihtiyaç yoktur; bilinenin verdiği rahatlık budur.



Bilinenin sınırını aştığın anda içinde bir korku yükselir; çünkü artık cahilsin, ne yapman gerektiğini ya da neyi yapamayacağını bilmiyorsun. Artık kendinden o kadar emin olamazsın; şimdi hatalar olabilir, yanlış yola sapabilirsin. Bu korku yüzünden insanlar bilinene tutunur ve insan bilenene bir kez tutunduğu zaman o artık ölüdür.



Hayat, ancak tehlikeli yaşanır; onu yaşamanın başka bir yolu yoktur. Ancak tehlike sayesinde hayat olgunlaşmayı ve gelişmeyi sağlar. İnsanın maceraperest olması gerekir; her zaman bilinmeyen için bilineni riske atmaya hazır olmalıdır. Ve insan, özgürlüğün ve korkusuzluğun tadını alınca, asla pişmanlık duymaz; çünkü artık en üst düzeyde yaşamanın ne demek olduğunu öğrenmiştir. İnsan ondan sonra yaşamının meşalesini her iki uçtan yakmanın ne anlama geldiğini bilir. Ve o yoğunluğu tek bir an hissetmek bile, sonsuza dek sıradan yaşamaktan çok daha tatmin edicidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder