EN UÇ CESARET: BAŞLANGIÇ YOK, SON YOK

Birçok korku vardır ancak bunlar temel olarak tek bir korkudan türemiş filizlerdir, dallarıdır, tek bir ağacın dallarıdırlar. Bu ağacın adı ölümdür. Bu korkunun ölümle ilgili olduğunun farkında olmayabilirsin ama her korku ölümle bağlantılıdır.




Korku sadece bir gölgedir. Şayet iflas etme korkun varsa ölüm korkusu pek görünür olmayabilir ama aslında parasız kalarak ölüme karşı korunmasız kalacağından korkmaktasındır. İnsanlar bir güvence aracı olarak para tutar ama herkes ölümden kurtuluşun olmadığını çok iyi bilmektedir. Ama yine de bir şeyler yapmak gerekir. En azından seni meşgul tutar ve kendini meşgul tutmak bir çeşit bilinçsizliktir, bir çeşit uyuşturucudur.



O yüzden, nasıl alkolikler varsa, bir de işkolikler vardır. Kendilerini sürekli bir işle meşgul ederler; iş yapmaktan vazgeçemezler. Tatiller korku verir; sessiz oturamazlar. O sabah üç kere okumuş oldukları gazeteyi tekrar okurlar. Sürekli meşgul olmak isterler çünkü bu sayede ölümle aralarına bir perde çekmiş olurlar. Ama özüne bakıldığı zaman, tek korku sadece ölümdür.



Diğer bütün korkuların sadece birer dal olduğunu anlamak önemlidir çünkü ancak o zaman kök hakkında bir şey yapabilirsin. Eğer temel korku ölümse, seni korkusuz kılacak tek şey içindeki ölümsüz bilincin farkına varacağın bir deneyimdir. Başka hiçbir şey işe yaramaz. Ne para, ne güç, ne prestij. Ölüme karşı tek sigorta sadece derin bir meditasyon olabilir. Çünkü meditasyon sana bedeninin öleceğini, zihninin öleceğini ama senin beden-zihin yapısından öte bir varlık olduğunu gösterecektir. Senin asıl özün, temel yaşam kaynağın senden önce vardı ve senden sonra da varolacak. Birçok biçime girdi, birçok şekilde evrildi. Ama en baştan beri asla yok olmadı; eğer bir başlangıç varsa. Ve sona kadar da asla yok olmayacak; eğer bir son varsa. Çünkü ben başlangıca ya da sona inanmıyorum.



Varoluş başlangıçsızdır ve sonsuzdur. O her zaman vardı ve sen de her zaman vardın. Formlar farklı olabilir; bu hayatta bile formlar hep farklı oldu.



Annenin rahmine ilk düştüğün gün, bu cümlenin sonundaki noktadan bile küçüktün. Sana fotoğrafını gösterseler, kendini tanımazsın. Ve sonuçta onun da öncesi var.



İki kişi ne kadar eskiyi hatırlayabildikleri konusunda tartışıyordu. Biri üç yaşlarındaki çocukluğunu hatırlayabiliyordu. Diğeri konuştu: "Bu hiçbir şey. Ben annemle babamın pikniğe gittiğini hatırlıyorum. Pikniğe giderken babamın içindeydim. Geri dönerken de annemin!"



Babanın içinde olduğun zamandaki formunu gösterseler kendini tanıyabilir misin? Sana bir resmini gösterebilirler; çıplak gözle görebilmen için resmi büyütebilirler ama yine de kendini tanıyamazsın. Ama o aynı yaşam formu, tam şu anda içinde varolmakta olan yaşam kaynağı.



Her gün değişiyorsun. Doğduğun gün, sadece bir günlükken de, yine kendini tanıyamazsın. "Aman Tanrım, bu ben miyim?" dersin. Her şey değişiyor; yaşlanacaksın ve gençliğin gidecek. Çocukluğun çok uzun zaman önce kayboldu ve bir gün ölüm de gelecek. Ama sadece form, biçim ölecek; öz değil. Hayatın boyunca değişen hep form oldu.



Formun her an değişiyor. Ve ölüm de değişimden başka bir şey değil. Önemli bir değişim, daha büyük bir değişim, daha hızlı bir değişim. Çocukluktan gençliğe geçerken, çocukluğu ne zaman geride bırakıp, gençliğe adım attığını fark etmiyorsun. Gençlikten yaşlılığa, her şey o kadar ağır değişiyor ki, gençliğin seni hangi tarihte, hangi yılın hangi gününde terk ettiğinin farkına varamıyorsun. Değişim çok ağır ilerliyor.



Ölüm, bir bedenden, bir formdan, başka bir forma kuantum sıçramasıdır. Ama senin sonun anlamına gelmiyor.



Sen asla doğmadın ve asla ölmeyeceksin.



Sen her zaman varsın. Formlar gelip geçer ve yaşam nehri akmaya devam eder. Bunu yaşamadığın sürece ölüm korkusu seni bırakmaz. Sadece meditasyon, bir tek meditasyon yardımcı olabilir.



Ben söyletebilirim, bütün kutsal kitaplar yazabilir, ama bunlar bir işe yaramaz; hâlâ bir kuşku varolabilir. Kim bilir, belki bu insanlar yalan söylüyordur, belki bu insanlar kendilerini kandırmıştır. Ya da bu insanlar başka kitaplar, başka hocalar tarafından kandırılmıştır. Eğer kuşku varsa, korku da her zaman olacaktır.



Meditasyon seni gerçekle yüz yüze getiriyor.



Hayatın ne olduğunu şahsen bildiğin zaman, ölüm seni hiç rahatsız etmez.



Ötesine geçebilirsin... Bunu yapacak gücün ve hakkın var. Ama bunun için küçük bir çaba harcayıp zihinden zihinsizliğe geçmen gerekiyor.



BİR ÇOCUĞUN DOĞDUĞU ANI, HAYATIN BAŞLANGIÇ ANI OLDUĞUNU SANIRSIN. Bu doğru değil. Yaşlı bir adam öldüğü zaman, hayatının sona erdiğini düşünürsün. Bu doğru değil. Hayat, doğum ve ölümden çok daha büyük bir şeydir. Doğum ve ölüm, hayatın iki ucu değildir; hayat içinde birçok doğum ve ölüm gerçekleşir. Hayatın bir başlangıcı ya da sonu yoktur; hayat ve sonsuzluk aynıdır. Ama sen hayatın ne kadar kolay ölüme dönüşebildiğini anlamıyorsun; bunu kabullenmek bile imkansız.



Dünyada tasavvur edilemeyen birkaç şey vardır ve bunlardan biri de hayatın ölüme dönüşmesidir. Hangi noktada artık yaşam değildir ve ölüme dönüşür? Çizgiyi nerede çekeceksin? Doğum için de, hayatın başlangıcı için de böyle bir çizgi çizemiyorsun: bebeğin dünyaya geldiği an mı yoksa rahme düştüğü an mı? Ama ondan önce bile annenin yumurtası ve babanın spermi canlıydı. Ölü değillerdi çünkü iki ölü şeyin bir araya gelmesi bir canlı yaratamaz. Çocuk hangi noktada doğuyor? Bilim buna karar verebilmiş değil. Karar vermek mümkün değil çünkü annenin yumurtalıklarındaki yumurtalar, doğduğu andan itibaren var.



Bir şeyin kabullenilmesi gerekiyor, varlığının yarısı sen daha rahme düşmeden bile annenin içinde canlı. Diğer yarın da babanın katkısıyla geliyor. Onun da canlı olarak katkı yapması gerekiyor. Spermler babanın bedenini terk ettiği zaman canlıdır. Ama uzun bir ömürleri yoktur, sadece iki saatlik bir ömürleri vardır, iki saat içinde annenin yumurtasına ulaşmaları gerekir. Eğer iki saat içinde ulaşamazlarsa, eğer sağda solda sürterlerse...



Her spermin mutlaka kendine özgü bir kişiliği olması gerekir. Bazıları tembeldir; diğerleri yumurtaya doğru koşmaya başladığı zaman, onlar sabah yürüyüşüne çıkmış gibi yürür. Bu şekilde yumurtaya asla ulaşamazlar, ama ne yapabilirler ki? Bu, onların doğuştan sahip olduğu bir kişilik: koşamıyorlar, ölmeyi tercih ediyorlar, ve ne olacağının farkında bile değiller.



Ama birkaç tanesi olimpik atlet gibi, hemen hızla depara kalkıyorlar. Ve çok büyük bir rekabet var çünkü olay sadece annenin tek yumurtasına koşan birkaç yüz hücreden ibaret değil... Annenin yumurtalığında sınırlı sayıda yumurta bulunur ve her ay sadece bir yumurta serbest bırakır. O yüzden adet günleri vardır; her ay tek bir yumurta serbest kalır. O yüzden milyonlarca canlı hücrenin oluşturduğu kalabalıktan yalnızca bir tanesi... gerçekten çok büyük bir felsefi sorun! Bu bir şey değil, sadece biyoloji; çünkü sorun bu milyonlarca farklı kişilikten sadece tek bir kişi doğabilmesidir. Peki acaba annenin yumurtasına ulaşamamış olan o milyonlarca kişi kimdi? Hindistan'da Hindu akademisyenlerin, punditlerin, şankaraçaryaların doğum kontrolüne karşı kullandığı tezlerden bir tanesi bu.



Hindistan tartışma konusunda çok zekidir. Papa sürekli doğum kontrolüne karşı olmaktan söz eder ama ortaya tek bir tez bile sunmamıştır. En azından Hintli karşıtı birkaç tane çok geçerli sav ortaya koymuştur. Savlarından biri şudur: Çocuk doğurmayı hangi noktada keseceğiz? İki çocuk mu, üç mü? Rabindranath Tagore ailesinin on üçüncü çocuğuydu; eğer doğum kontrolü uygulanmış olsaydı Rabindranath dünyaya gelmezdi.



Geçerli bir argüman olarak görülebilir çünkü doğum kontrolü iki, en fazla üç çocuk yapmak anlamına geliyor; biri ölebilir ya da başka bir şey olabilir. İki çocuk doğurursan, onlar senin ve eşinin yerini alır ve nüfus artmamış olur. Ama Rabindranath ailesinin on üçüncü çocuğuymuş. On ikide durmuş olsalar bile Rabindranath treni kaçırmış olacaktı. Acaba kaç tane Rabindranath treni kaçırıyor?



Şankaraçaryalardan biriyle konuşuyordum. Şöyle dedim: "Çok doğru; tartışma hatırına bunun doğru olduğunu kabul ediyorum: Bir Rabindranath Tagore'u arardık. Ama ben onu aramaya hazırım. Eğer bütün bir ülke barış içinde yaşayacaksa, yeterli gıdaya, giyim kuşama sahip olup bütün temel ihtiyaçları karşılanacaksa, bence buna değer. Bir Rabindranath Tagore'u kaybetmeye hazırım, bu o kadar önemli değil. Dengeyi görmek gerekir: Sadece tek bir Rabindranath Tagore'un ortaya çıkması için milyonlarca insanın açlıktan ölmesine neden mi olalım? Yani her aile on üç çocuk mu yapacak? Peki ama ya ön dördüncü? On beşinci?"



Bu küçük rakamları unut; her sevişmede erkek milyonlarca sperm bırakıyor... ve her sevişme sonucunda yumurta döllenmiyor. Her sevişmede milyonlarca kişi yok oluyor. Onlar arasında kaç tane Nobel Ödülü kazanacak insan, kaç tane başkan, başbakan olduğunu bilemeyiz. Her türlü insan olmalı.



Benim hesabım şöyle: On dört yaşından kırk iki yaşına kadar, eğer bir erkek normal bir cinsel yaşama sahip olursa, neredeyse dünyadaki insan nüfusu kadar sperm üretmiş olur. Tek bir erkek, bütün dünya nüfusunu ortaya çıkartabilir. Hem de, zaten gereğinden fazla kalabalıklaşmış olan bir dünyada. Bütün bu insanlar özgün bireyler olur, insan olmalarından başka ortak yönleri olmaz.



Hayır, hayat orada da başlamıyor; daha önce başlıyor. Senin için sadece bir varsayım; benim için bir deneyim. Yaşamın, geçmiş hayatındaki ölüm anında başlıyor. Öldüğün zaman, hayat kitabının bir bölümü sona erer; insanlar bunun bütün bir hayat olduğunu sanır: Aslında sonsuz bölüme sahip bir kitabın tek bir bölümü. Bir bölüm kapanır ama kitap sona ermiş değildir. Sayfayı çevirdiğin zaman yeni bir bölüm başlar.



Ölmekte olan bir insan bir sonraki hayatını tasavvur etmeye başlar. Bu, bilinen bir olgudur çünkü bölüm kapanmadan önce yaşanır. Bazen bir insan son noktadan geri döner, örneğin boğulur ve bir şekilde son anda kurtarılır. Neredeyse komaya girmiştir; ciğerlerindeki su boşaltılır, suni solunum cihazına bağlanır ve bir şekilde kurtarılır; tam da, bu bölümü kapatmak üzereyken... Bu insanlar ortaya çok ilginç bulgular



Artık kurtulmalarının mümkün olmadığını hissettikleri an, öleceklerini anladıkları an, bütün hayatlarının bir anda gözlerinin önünden geçtiklerini anlatıyorlar. Doğduktan yaşadıkları son ana kadar. Saniyenin onda ya da yüzde biri gibi bir sürede başlarına gelen her şeyi görüyorlar. Hatırladıkları ve hatırlamadıkları; dikkatlerini çekmemiş ya da hafızalarında bulunduğunun farkında bile olmadıkları birçok olay. Bu hafıza filmi hızla, bir anda gözlerinin önünden geçiyor... Bunun anlık olması gerekir çünkü adam ölüyor, filmi izlemek için üç saati falan yok.



Sen bütün filmi görsen bile, küçük ve önemsiz detaylarla adamın hayatı arasında bir bağ kuramazsın. Ama her şey bir film şeridi gibi gözünün önünden geçiyor; bu kesin ve çok önemli bir olgu. Bölümü kapatmadan önce bütün deneyimlerini, gerçekleştiremediği arzularını, beklentilerini, hayal kırıklıklarını, çaresizliklerini, sıkıntılarını, keyiflerini; her şeyini anımsar.



Buda bunu bir kelimeyle tarif eder: tanha. Kelime anlamı olarak arzu demektir ancak mecazi anlamda bütün arzu hayatı anlamına gelir. Bütün olanlar: hüsranlar, tatminler, hayal kırıklıkları, başarılar, başarısızlıklar; bütün bu şeyler adına arzu diyebileceğin belirli bir alanda gerçekleşmiştir.



Ölmekte olan kişi, bir sonraki sayfayı çevirmeden önce bütün bunları görüp anımsamak zorundadır çünkü bedeni gidiyor. Artık bu zihin onunla olmayacak, bu beyin onunla olmayacak. Ama bu zihnin serbest bıraktığı arzu onun ruhuna yapışacak. Ve bu arzu gelecekteki hayatına karar verecek. Gerçekleştiremediği her şey onun için bir hedef olacak.



Hayatın, doğumundan çok önce, annen hamile kalmadan önce başlıyor. Daha önce, geçmiş hayatının sonunda başlıyor. O son, bu hayatın bir başlangıcı oluyor. Bir bölüm kapanıyor ve bir başkası açılıyor. Şimdi, bu yeni hayatının nasıl olacağının yüzde doksan dokuzu, ölümünün son anına göre belirlendi. Topladıkların, bir tohum gibi yanında ne getirdiğine bağlı olacak. O tohum bir ağaca dönüşecek, meyve verecek, çiçek verecek ya da ne olacaksa olacak. Bunu tohumdan okuyamazsın ama bütün bu bilgiler tohumda bulunur.



Bir gün bilim, tohumdaki bütün programı okumayı başarabilir... Ağacın ne tür dallara sahip olacağını, ne kadar yaşayacağını, başına neler geleceğini öğrenebilir. Çünkü bütün bunlar orada yazıyor; sadece biz okumayı bilmiyoruz. Olacak her şey potansiyel olarak şu anda mevcut.



Ölüm anında ne yaptığın, doğumunun nasıl olacağını belirliyor. Çoğu insan hayata yapışarak ölür. Ölmek istemiyorlar ve insan neden istemediklerini anlayabiliyor: Sadece ölümle yüz yüze geldikleri zaman aslında hiç yaşamamış olduklarını fark ediyorlar. Hayat sanki bir rüya gibi gelip geçmiş ve ölüm kapıya dayanmıştır. Artık yaşayacak vakit kalmamıştır; ölüm gelmiş ve kapıyı çalıyor. Yaşayacak vakit olduğu zaman bin bir çeşit aptalca şey yapıyordun, yaşamak yerine vaktini harcıyordun.



Kağıt oynayan, satranç oynayan insanlara "Ne yapıyorsunuz?" diye soruyorum, "vakit öldürüyoruz" diyorlar.



Çocukluğumdan beri bu "vakit öldürmek" ifadesine karşı oldum. Dedem çok iyi bir satranç oyuncusuydu ve ona sorardım: "Yaşlandın ama hâlâ vakit öldürüyorsun. Aslında zamanın seni öldürdüğünü görmüyor musun? Ama hâlâ vakit öldürüyorum diyorsun. Zamanın ne olduğunu bile bilmiyorsun, nerede olduğunu bilmiyorsun. Onu tut ve bana göster."



Zamanın uçtuğu, geçtiği gibi ifadeler aslında birer teselliden ibaret. Aslında geçip giden sensin. Her an lavabonun deliğinden akıp gidiyorsun. Ve sonra da vaktin geçtiğini düşünüyorsun. Sanki sen kalacaksın ve vakit geçip gidecekmiş gibi. Zaman olduğu yerde duruyor; bir yere gitmiyor. Saatler, aslında akmayan zamanın akışını ölçmek için insanoğlunun yarattığı aletlerdir.



Hindistan'da, Punjab eyaletinde, eğer Punjab'tan geçiyorsanız asla birine "saat kaç?" diye sormayın. Çünkü eğer saat on ikiyse öyle bir dayak yersiniz ki, canlı kurtulmanız mucize olur. Bunun çok felsefi bir nedeni vardır; ama felsefe aptalların eline geçtiği zaman işte böyle şeyler oluyor.



Sih dininin kurucusu Nanak, aydınlanma anlamına gelen samadhi'yi açıklarken bir örnek vermiş ve bunun saatin iki kolunun on ikide buluşması gibi olduğunu, ikinin bütünleşmesi gibi olduğunu söylemişti. Sadece bir örnek veriyordu. Samadhi anında varlığın ikiliğinin yok olduğunu ve tekliğe ulaşıldığını anlatmaya çalışıyordu. Aynı şey ölümde de oluyor. Daha sonra aynı şeyin ölümde de olduğunu açıkladı: Birbirinden ayrı olarak hareket eden iki kolun bir araya gelip durduğunu, tek olduğunu anlattı: Varoluşla bir bütün olmaktan söz ediyordu.



O yüzden Punjab'ta saat on iki ölüm sembolü oldu. Eğer herhangi bir Sardarji'ye "saat kaç?" diye sorarsan ve saat on ikiyse, seni dövmeye başlar çünkü onunla alay ettiğin, ölmesi için beddua ettiğin anlamına gelir. Punjab'ta mutsuz ve sıkıntılı bir insan gördükleri zaman "yüzü saat on ikiyi gösteriyor" derler. Bazıları, saat on ikiye birkaç dakika varken saatlerini beş dakika ileri alıp, on dakika sonra düzeltiyor. Saatlerinin on ikiyi göstermesine izin vermiyor. Kendi saatlerinin onlara böyle oyun oynamasını izlemek insana acı veriyor. On iki onlara sadece mutsuzluk, sıkıntı ve ölümü hatırlatıyor; Nanak'ın asıl açıklamaya çalıştığı samadhi'yi tamamen unutmuş durumdalar.



Bir insan öldüğü zaman - saati on ikiye geldiği zaman -hayata yapışır. Hayatı boyunca zamanın akıp gittiğini düşünmüştür ama şimdi gidenin kendisi olduğunu anlamıştır. Yapışmak bir işe yaramaz. O kadar perişan olur ki, bu mutsuzluk o kadar dayanılmaz bir hale gelir ki, çoğu insan ölmeden önce bir çeşit komaya girer, bilincini kaybeder. O yüzden hayatın bütün anılarını tekrar anımsama durumunu kaçırırlar.



Eğer ölüm anında bir yapışma yoksa, hayatını tek bir dakika bile uzatma arzusu yoksa, bilincin açık olarak ölürsün çünkü doğanın seni bayıltmaya ya da bir komaya zorlamaya ihtiyacı kalmaz. Bilincin açık ölürsün ve bütün geçmişini anımsarsın. Yaptığın her şeyin ne kadar aptalca ve anlamsız olduğunu görürsün.



Arzular tatmin edildi... ne kazandın? Arzular tatmin edimedi ve acı çektin, peki ama tatmin edildikleri zaman ne kazandın? Bu senin her zaman kaybettiğin garip bir oyun, kazanıp kazanmaman hiçbir şey değiştirmiyor.



Zevklerin birer hiçti, sadece su üstüne atılan imzalar gibiydi. Acıların ise mermer üzerine kazınmıştı. Ve bütün bu acıları, suya atılacak imzalar için çekmişsin. Hayatın boyunca uğruna çok acı çektiğin bütün o küçük zevkler, şimdi bu yükseklikten, bütün hayat vadisini görebildiğin bu açıdan bakınca birer oyuncağa benziyor. Başarıların da başarısızlıktı. Başarısızlıklar, tabii ki başarısızlıktı; zevkler ise birer acı çekme dürtüsünden başka bir şey değildi.



Yaşadığın bütün mutluluklar, birer rüyadan başka bir şey değildi. Ellerin boş gidiyorsun. Bütün hayatın bir kısırdöngüden ibaret oldu: Aynı çember üzerinde dönüp dönüp durdun. Ve sonuçta hiçbir şeye ulaşamadın çünkü sürekli çember çizersen nereye ulaşabilirsin ki? Çemberin neresinde olursan ol, hep merkezden aynı mesafede oldun.



Başarı geldi, başarısızlık geldi; zevk geldi, acı geldi; sıkıntılar yaşadın, mutluluklar yaşadın. Her şey bu çemberin üzerinde oluştu ama varlığının merkezi her zaman her noktadan eşit mesafede oldu. Bunu çemberin üzerindeyken görmek zordu; olayların çok içindeydin, onun bir parçasıydın. Ama şimdi, birden hepsi ellerinin arasından kayınca, boşlukta kaldın.



Halil Gibran'ın, Peygamber isimli eserinde yazmış olduğu bir cümle var. Peygamber El Mustafa, tarlada çalışmakta olan insanlara doğru koşmaktadır ve şöyle der: "Gemim geldi, artık gidiyorum. Gitmeden önce bütün olanları ve olmayanları anımsamak için son bir kez bakmaya geldim. Gemiye binmeden önce buradaki hayatımın ne olduğunu görme arzusu hissettim."



Sana anımsatmak istediğim cümle ise şu: "Okyanusa kavuşacak bir nehir gibiyim. Nehir, okyanusa karışmadan önce bir an için bekler ve geçmiş olduğu bütün o yerleri anımsar: ormanları, dağları, insanları. Binlerce kilometre uzunluğunda zengin bir hayatı oldu ve şimdi, bir anda sonsuz okyanusun içine karışacak. Tıpkı okyanusa kavuşmadan önce geri dönüp bakan nehir gibi, ben de geri dönüp bakmak istedim."



Ama bu bakış ancak geçmişe yapışmadığın zaman mümkün olabilir; aksi halde onu kaybetmekten o kadar korkarsın ki, bakmak, gözlemlemek için vaktin olmaz. Ve bu süre sadece anlık bir şeydir. Eğer bir insan tam bilinçle ölürse, geçmiş olduğu bütün arazileri görüp, yaşananların aptallığını fark ederse, bir netlikle bir zekâyla, cesaretle doğar... otomatikman. Bu, kendi yaptığı bir şey değildir.



İnsanlar bana soruyor: "Sen çocukken bile akıllı, zeki ve cesurmuşsun; ben şimdi bile o kadar cesur değilim." Bunun nedeni benim bir önceki hayatımda sizden daha farklı bir şekilde ölmüş olmam. Bu, çok büyük bir fark yaratıyor çünkü nasıl ölürsen, öyle doğuyorsun. Ölüm, bozuk paranın bir yüzü, doğum ise aynı paranın diğer yüzüdür.



Eğer bir tarafta kafa karışıklığı, mutsuzluk, sıkıntı, tutunma, arzu varsa, paranın diğer tarafında keskin zekâ, cesaret, netlik ve farkındalık bekleyemezsin. Böyle bir şeyi beklemek çok saçma olur.



O yüzden, benim için basit ama sana açıklaması çok zor. Çünkü ben bu hayatta, en baştan beri cesur ya da keskin zekâlı olmak için bir şey yapmadım. Bunu hiçbir zaman keskin zekâ ya da cesaret olarak düşünmedim.



Sadece yavaş yavaş insanların ne kadar aptal olduğunu fark etmeye başladım. Önceleri cesur olduğumun farkında değildim; daha sonra anladım. Önceleri herkesin aynı olduğunu düşünüyordum. Zamanla öyle olmadığını idrak ettim.



Büyüdükçe geçmiş hayatımın ve ölümümün farkına vardım. Ne kadar kolay öldüğümü anımsadım; sadece kolay değil, büyük bir hevesle. İlgim daha önce gördüklerim ve bildiklerim yerine, önümde olan bilinmeyene odaklanmıştı. Hiçbir zaman geri bakmadım. Hayat tarzım da hep bu oldu: hiç geri bakmamak. Bunun anlamı yok. Geri dönemeyeceğine göre, vaktini niye harcayacaksın? Ben her zaman ileriye bakıyorum. Ölüm anı geldiği zaman bile ileri bakıyordum... diğer insanlarda varolan frenlerin bende neden olmadığını bu sayede anladım.



O frenler bilinmeyen korkusundan ortaya çıkar. Geçmişe yapışıyorsun ve bilinmeyene adım atmaya korkuyorsun. Bilinen, tanıdık olana yapışıyorsun. Acı veriyor olabilir, çirkin olabilir ama en azından onu biliyorsun. Onunla bir çeşit dostluk geliştirmiş durumdasın.



Çok şaşıracaksın ama bu binlerce insanda gözlemlediğim bir deneyim: Mutsuzlukla belirli bir dostluk ilişkisi geliştirdikleri için bu mutsuzluğa yapışıyorlar. Onunla o kadar uzun zamandır yaşıyor ki, ondan ayrılmak bir boşanmaya benziyor.



Aynı şey evlilik ve boşanma için de geçerlidir. Erkek günde en az on iki kere boşanmayı düşünür; kadın da düşünür, ama bir şekilde birlikte yaşamaya devam ederler çünkü ikisi de bilinmeyenden korkmaktadır. Bu adam kötü, tamam ama diğer adamın nasıl olacağı ne malum? Daha kötü çıkabilir. En azından bu adamın kötülüğüne, sevgisizliğine alışmışsın ve katlanabiliyorsun. Katlandın ve aynı zamanda derin kalınlaştı. Yeni bir adamla, bilemezsin, en baştan başlaman gerekir. O yüzden insanlar bilinene yapışır.



İnsanları ölüm anlarında izle. Onların acısı ölüm değil. Ölümde acı yoktur, hiçbir acı vermez. Aslında çok hoştur; tıpkı derin bir uykuya benzer. Sence derin uyku acı veren bir şey mi? Ama onlar ölümle, derin uykuyla, verdiği zevkle ilgilenmiyor; onları asıl endişelendiren ellerinin arasında kayıp giden bilinenler. Korku tek bir şey anlamına gelir: bilineni kaybetmek ve bilinmeyene adım atmak. Cesaret korkunun tam tersidir.



Her zaman bilineni bırakmaya hazır ol: hatta bunun için hevesli ol, olgunlaşmasını bile bekleme. Hemen yeni olan bir şeyin üzerine atla; onun yeniliği, tazeliği insanı zaten çeker. O zaman cesaret vardır.



En büyük korku kesinlikle ölüm korkusudur. Cesaretine en büyük darbeyi o vurur.



Sadece tek bir tavsiyede bulunabilirim. Şu anda geçmişteki ölümüne dönemezsin ama bir şey yapmaya başlayabilirsin: Her zaman bilinenden bilinmeyene geçmeye hazır ol, her konuda, her deneyimde.



Bilinmeyen bilinenden daha kötü çıksa bile daha iyidir; konu o değil. Önemli olan senin bilinenden bilinmeyene geçmeye hazır olmandır. Asıl değerli olan budur. Ve yaşadığın her türlü deneyimde bunu yapmaya devam et. Bu, seni ölüme hazırlar çünkü ölüm geldiği zaman birden "ben hayatı bırakıp, ölümü seçiyorum" diye karar veremezsin. Bu kararlar bir anda verilmez.



Adım adım gitmeli, her anı ayrı ayrı yaşayıp hazırlanmalısın. Ve bilinmeyenin güzelliğine alışmaya başladığın zaman içinde yeni bir nitelik ortaya çıkmaya başlar. Her zaman oradaydı, ama daha önce hiç kullanılmamıştı. Ölüm gelmeden önce, bilinenden bilinmeyene doğru adım adım yol almaya devam et. Sakın unutma, yeni her zaman eskiden iyidir.



"Eski olan her şey altın değildir" diye bir söz vardır. Ben şöyle diyorum: Eski olan her şey altın olsa bile, unut gitsin. Yeniyi seç; altın ya da değil, bu önemli değil. Önemli olan şey senin seçimin: öğrenmeyi seçmen, deneyim yaşamayı seçmen, karanlığa adım atmayı seçmen. Yavaş yavaş cesaretin işlemeye başlayacak. Keskin zekâ ise cesaretten ayrı bir şey değildir, neredeyse organik bir bütündür.



Korkunun olduğu yerde korkaklık vardır ve orada zihnin geriliği ve sıradanlığının olması kaçınılmazdır. Onlar hep birliktedir, birbirlerini desteklerler. Cesaretle birlikte keskinlik, zekâ, açıklık, önyargısızlık ve öğrenme kapasitesi gelir; hepsi bir arada gelir.



Basit bir egzersizle başla: Sakın unutma, ne zaman karşına bir seçenek çıksa, bilinmeyeni, riskli olan, tehlikeli ve güvencesiz olanı seç. Hiçbir zaman zarara uğramazsın.



Ancak o zaman... ölüm, çok açık bir deneyime dönüşür ve yeni doğumunun özünü gösterebilir. Sadece görmekle kalmaz, belirli bir seçim bile yapabilirsin. Farkındalıkla, belirli bir anne, belirli bir baba seçebilirsin. Normalde bunlar bilinçdışı, tesadüf eseri olur ama farkındalıkla ölen bir adam farkındalıkla doğar.



İstersen anneme sorabilirsin; kendisi de şu anda burada... Doğumumdan sonra tam üç gün boyunca hiç süt emmedim ve herkes endişelendi. Doktorlar çok endişeliydi çünkü süt içmeyi reddettiğim sürece yaşamam mümkün değildi. Ama onlar benim yaşadığım zorluğun, bana ne gibi bir zorluk çıkardıklarının farkında değillerdi. Beni her türlü yolla zorluyorlardı. Nedenini onlara açıklama imkanım yoktu, onların da kendiliklerinden öğrenmeleri mümkün değildi.



Geçmiş hayatımda ölmeden önce oruç tutuyordum. Yirmi bir günlük bir oruç tamamlamak istiyordum ama orucum tamamlanmadan önce öldürüldüm, üç gün önce. O üç gün, bu doğumumda bile farkındalığımda kaldı; orucumu tamamlamak zorundaydım. Gerçekten çok inatçıyımdır! Aksi halde insanlar bir hayattan diğerine bir şey taşıyamaz; bir bölüm kapandığı zaman kapanmıştır.



Ama üç gün boyunca ağzıma bir şey sokmayı başaramadılar; sadece reddettim. Ama üç gün sonra hiçbir şeyim yoktu ve bu sefer de çok şaşırdılar: "Neden üç gün boyunca sürekli reddetti? Herhangi bir hastalığı ya da sorunu yoktu... ve üç gün geçtikten sonra birden emmeye başladı." Onlar için bir gizem olarak kaldı. Ama bunlardan söz etmek istemiyorum çünkü senin için bunlar birer hipotezden ibaret olacaktır, onları sana bilimsel olarak ispat edebilmem mümkün değil. Ayrıca sana bir inanç vermek istemiyorum, o yüzden zihninde bir inanç sistemi oluşturabilecek her şeyi kesip atmaya devam et.



Beni seviyorsun, bana güveniyorsun. O yüzden söylediklerimin doğru olduğuna güvenebilirsin. Ama bir şeyi tekrar tekrar vurguluyorum: Kendi deneyimine dayalı olmayan her şeyi sadece bir varsayım olarak kabul et. Onu bir inanca dönüştürme. Eğer bazen bir örnek veriyorsam, gerektiği için veriyorum; çünkü insanlar "Çocukluğunda nasıl bu kadar zeki ve cesur olabilmeyi basardın?" diye sordu.



Ben bir şey yapmadım, sadece geçmiş hayatımda ne yapıyorsam onu yapmaya devam ettim. Cesaret sana da gelecek. Sadece basit bir formülle başla: Asla bilinmeyeni kaçırma.



Her zaman bilinmeyeni seç ve kafanın dikine git. Sıkıntı çeksen bile buna değer; her zaman değer. Her zaman daha büyümüş, daha olgun, daha zeki çıkarsın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder